Fügen Ünal Şen

HAYAT HERKESE YETER

16 Mart, Salı

Kara bir sabahtı.

Sokak tenha, gökyüzü kurşuni…. Gün, üstüne yığılan bulutların ağırlığıyla bir türlü aydınlanmıyordu. Daima sabaha sarkan bir inatçı gece ve parke taşlı yolların kenarlarında birikmiş yağmur suyu.

O gözünün bebeği şehri, ağır bir hastalığın pençesinde yorgun düşmüş, uyanamayan  bir biçare bedendi sanki, çırpınıyor, savruluyor sonra birden duruluyordu. Upuzun, uzanmış, nefes alıp veren ve fakat yaşayıp yaşamadığı muamma.

O da şehri gibiydi gerçekte, upuzun, nefes alıp veren ve fakat yaşayıp yaşamadığı muamma….

Bütün gece dönüp durduğu yatağının ayakucunda oturuyordu hayli zamandır. Oyalanıyordu gerçekte.

Odasının perdesi her zamanki gibi sımsıkı kapalıydı. Ne içeriden bir mum ışığı sızıyordu dışarıya, ne dışarıdan hayat odaya.

Kalın kahverengi perdenin gizlediği pervazın dibinde, beyaz boyası çoktan karaya dönmüş, devrilmesin diye duvara yasladığı, çekmecesi bir türlü tam kapanmayan, demirden bir hastane dolabı, üstünde kitaplar, mürekkebi çoktan tükenmiş bir dolmakalem, Ati Gazetesi. Gazetenin üzerinde kim bilir ne zaman atıştırdığı ekmeğin kırıntıları…

Kırıntılar karıncalarındı.

Daima karıncaların.

Ne bahar, ne kış… Bu eve taşındığından beri karıncalar hiç eksik olmamıştı. İlk zamanlar duvarlardaki, pervazlardaki hatta kim bilir kimlerin ayak izleriyle kararmış rabıtalardaki deliklere tükürüğünde ıslattığı gazete parçalarından tıkaçlar yapmışsa da işe yaramamış, bir süre sonra uğraşmaktan da vazgeçmişti.

Hem, nelerden vazgeçmemişti ki son zamanlarda, bu ne ki!

Ayağa kalktı, gerindi.

Gergindi.

Yatağının tam karşı duvarına ihtimal ev sahibinin astığı, sırı yer yer dökük aynaya yaklaştı. Gözlerine baktı, sadece kahverengi gözlerine. Uzun kirpiklerinin köklerinde çapaklar birikmişti. Parmaklarıyla ovuşturup kuru sarı parçacıklardan kurtuldu. İnce parmaklarını tarak gibi kullanıp saçını düzeltti. Ama ne düzeltmek. Favorileri uzamış ve kalınlaşmıştı, sakalı birkaç günlüktü, bir ara bir sokak berberinde onu da halletmeliydi. Yüzünü yıkasa, ferahlasa gönlü de nefeslenirdi azıcık elbette ama bir aya yakındır su yoktu evde. Üşenmese, bahçedeki kuyudan su taşısa ne iyi olurdu, oysa hiç gönlü yoktu bu işte.

Tuvalet için bir maşrapa su varsa, tamamdı.

Tek odası vardı evin. Sokak kapısından girer girmez, bir ayakkabı çıkarımlık hol, holün sağ yanında yattığı oda. Odanın sarı badanası yer yer dökük ve karaydı. Ondan önceki kiracının söküp götürdüğü sobanın duvarda ve yerde bıraktığı izi izlerdi bazen.

O odadan geçip giden her bir hayatın bıraktığı ipuçlarında kendi bir başınalığını gizlemek isterdi. Sahi, sobanın kapağı ne tarafa bakardı, ya odunlar nerede sıralanmıştı? Kova içinde mi durmuşlardı çıraların hemen altında, yoksa yere mi istiflenmişlerdi? Yerdeki kara izlere bakılırsa bir gazete sayfasının üstünde, öylece yığılmış olmalıydılar. Belki de karıncalar o zaman yerleşmişlerdi eve. Öyle ya, böyle ulu orta, pek cüretkar fink attıklarına göre…

Belli ki karıncalar o zaman yerleşmişlerdi eve.

Odanın bitişiğinde menteşesi hep kırık olduğundan kapısı oynatılamayan bir boşluk daha vardı. Mutfaktı güya… Odadan bozma, penceresiz. Kıymıkları her defasında eline batan tahta tezgah hep sallanırdı. Tezgahın aşınmış ayaklarına gazete kağıdı sıkıştırıp ayar yapmayı denemişti kaç defa, ama ondan da vaz geçti zamanla… Tezgahın sol köşesine iliştirilmiş sactan bir koca bidon, bidona sokuşturulmuş, daima su damlatan bakır musluk ve teneke lavabo. Mutfak duvarında içi hep boş duran tel dolap asılıydı. Tel dolabın rengi mavi olmalıydı bir zamanlar; uçup giden bir mavi…  

Uçup giden mavi…

Rafında iki bakır sahan, bir maşrapa, çaydanlık, ucu kırık bir çay bardağı ve çatal, kaşıklar istiflenmişti tel dolabın. Taşındı taşınalı el sürmemişti hiç birine.

Kim bilir kimler, hangi duygular içinde terk etmişti evi, kimlerin dudak izi vardı maşrapada? Hiç bilmek istemedi, dokunsa, kullansa belki de o sofraya konuk olacaktı, öyle hissedecekti içten içe, yapmadı.

Raf da, tel dolap da karıncalarındı bu sebepten, daima karıncaların.

Mutfağı sac bidona su doldurduğu ender zamanlarda yüz yıkamak için kullanırdı. Tuvalet mutfağın yanında karanlık bir yerdi ve kuburu sürekli tıkandığından ve odaya leş gibi koku yaydığından mecbur olmadıkça kullanmazdı. Yine de tuvalet bahçede değil diye memnundu.

Çok da uzun zaman olmamıştı taşınalı.

Hemen hepsi beş, altı ay… Ne garip buradan önceki evini, hayatını unutmuştu şimdiden.

Vefasızlıktan mı bilmeden…

Karagümrük’ün gözlerden uzak bir köşesinde, kavak ağaçlı ve asmalı çardağı küçük bahçesini gölgelendiren bir evdi. Kedisi bol olan bir ev. Evde yemek pişmediğinden sadece uyumaya gelen misafirlerdi kediler… Gündüz ondan önce sokağa düşen, hava kararmadan imkanı yok bahçeye dönmeyen…

Bir oda, bir bahçe, karıncalar ve varlıklarını bildiği ama yüzlerini pek de görmediği kediler. Ne bir eş, ne bir kardeş, komşu.

Kimsesi yoktu.

Zaman zaman, durduk yerde hem de, “Düşüp kafamı patlatsam, akşama kadar kediler bile bulmaz leşimi” diye düşünürdü, sonra yalnızlığını kutsamanın derdine düşer, “Kimsen yoksa kimse için de üzülmeyeceksin demektir, lanetim mi, şansım mı hayat öğretecek” der o anı geçiştirirdi.

Yok, yok evde daha fazla oyalanmayacaktı. İçindeki bu sıkışıklığı dağıtmanın tek yolu sokaklardı.

Gözünün bebeği şehrinin sokakları.

Artık ona ait olmayan şehrinin sokakları…

Hem de kaç yıldır ona ait olmayan. Saydığında “iki yıl” gibi görünen cehennemde geçen günleri sıralamak mümkün mü ki, “iki” deyip geçiştiriyordu? Ne ayıp.

Aklı dün yayınlanan genelgedeydi. Okuduğu andan beri içini alev alev yakan o satırlar neyin habercisiydi?

İki senedir şehrini esir alan itilaf devletleri İstanbul halkına hitaben yeni bir emir yayınlamışlardı dün. Askerlerine karşı girişilecek herhangi bir savunma girişimini kırmak için korkutma maksatlıydı belli ki. İstanbul Polis Genel Müdürü Mehmet Nurettin’in de imzası vardı altında.

“Emniyet altındaki İstanbul’un asayişini bozmaya cesaret edecekler için en şiddetli Örf-i idare ve tedbirler alınacağı beyan olunur.”

Ah, nasıl da ıssız ve kim bilir nelere gebe bir sabahtı.

Uzanıp yatağın ayakucunda duran gömleğini giydi. Alttan iki düğme kopuktu ama dert etmedi. Beli karnına gelen pantolonunu tuhaf bir kalça kıvırtmasıyla bedenine oturtuverdi. Sahip olduğu tek ceketi sırtına geçirdi. Kıravatını birkaç gün önce katlayıp ceketin sağ iç cebine sokuşturmuştu zaten, aramadı.

Aynaya yöneldi bir kez daha. Uzun boylu, zayıf, esmer bir delikanlıydı o küçük sırlı camdan yansıyan. Bir an için yine gözlerine baktı buğulu bakışlarıyla karşılaştı. Göz altlarına hayli zamandır yerleşen karartıya aldırış etmedi bile. Başparmaklarını tükürüğüyle ıslattı. Bıyıklarının uçlarını başparmak ile işaret parmağı arasına sıkıştıdı, kıvırdı, kıvırdı, yukarı çekiştirdi.

Yatağın yanındaki beyaz dolapta gölgesi salınan mumun alevini uçları hala nemli parmakları arasında sıkıştırıp, söndürdü. Oda karardı. Kapıya yöneldi, el yordamıyla sokak kapısının kilidini açan ipi arayıp buldu. İpin ucunda tahta takoz asılıydı, çekti. Sessiz sabahın içinde büyüyen gürültüyle o incecik kilit yuvasından kurtuldu, kapı aralandı. Dışarısı henüz aydınlanmamıştı ama ne gam. Bahçenin ıslak ve serin havasına sığınmaktı istediği, aydınlığa değil.

Kapı önünde her zaman ökçelerine basıp çıkardığı ayakkabılarını düzeltti, giydi, tül tül olmuş bağcıkları kopar mı diye korkusundan pek de sıkmadan düğümledi. Gıcırtılı koca tahta kapıyı çoktan ardına kadar açmıştı. Evinden kaçıyor, tasalı anlarında hep yaptığı gibi sokağa sığınıyordu yine.

Islak ve is kokulu hava yüzüne çarpsın diye eşikte bekledi, hayatı hissetmenin bin bir şeklinden biriydi bu onun için. Sabah evden erken çıkıyorsa mutlaka evi bahçeden ayıran tek basamaklı eşikte oyalanır, güne öyle katardı kendini. Ama yalnızca sabahları…

Yüzünü boşluğa uzatırdı, hafifçe. Dudaklarını aralar, seher vaktinin serinliğinde dişleri sızlasın diye beklerdi; severdi bunu.  

Bir bilinmez kuş sesini beklerdi mutlaka, “haydi artık oyalanma” çağrısı kuştan gelsin isterdi. Çocukluğundan beri sabah kuşlarının sesinde bir çağrı olduğuna inandığından. Yine öyle yaptı. Belki bir kumru, bir serçe; şanslıysa bir saka ya da bülbül… Hiçbiri olmazsa mutlaka bu şehrin asi kuşları martılardan bir çağrı…

Bekledi.

Uykudaki şehrin kim bilir hangi saçak aralığında saklanmış kuşlarından bir işaret gelsin diye, öylece durdu.

Nafile…

Kuşların da huyu değişmişti hayli zamandır.

İki adımda bahçeyi ardında bıraktı, sokağa aktı.

Yürümeye başladı. Evine bitişik fırının önünde istiflenmiş odunların arasından iki kedi fırladı, “ Bu saatin tek sahibi kediler olmalı” diye ağzının içinde geveledi kelimeleri.

Evden çıkınca hep sola döner, yokuş aşağı yuvarlanır gibi yürürdü. Güne başlamanın en kolay yolu buydu kendince. Bu defa öyle yapmadı, dik yokuşta tık nefes kalacağını bile bile ters tarafa yöneldi.

Parke taşlı, ıslak ve karanlık yokuşta, bir başınaydı. Acelesi yoktu, ceketinin yakalarını kaldırdı, omuzlarını da… Başı bedeninden az önde, belki de biraz kambur, boynu nedensiz gergin, dişleriyle bıyıklarını kaşıya kaşıya yürüdü.

Ne zamandır koyu yeşil tahta kapısı açılmayan sütçü Bekir’in dükkanın önüne gelince komşuluk merakıyla durakladı. Vitrine dikkat kesildi. Alacakaranlıkta pek iyi seçemedi ama kaymağı büzüşmüş ve sarı yeşil arası bir renk almış manda yoğurdu dükkanın kaç zamandır kapalı olduğunu anlatmaya yetiyordu. “Öldü mü kaldı mı belli değil bu Bekir Usta da. Bunca zaman ekmek tekkesine uğramadığına göre var bir musibet.”  Sesi sabahın içindeki en sakin köşeye sığındı sanki, kimseler duymadı.

Yürüdü.

O yürüdükçe gün aydınlandı.

Böyle aylak aylak yürümeyi nasıl da severdi eskiden. Sarma sigarasını dudaklarına sıkıştırır, Karagümrük’ten Şehzadebaşı’na, oradan Harbiye Nezareti’nin bahçesine. Yüksek ağaçların arasında oyalanır az ilerideki sahaf tezgahlarına göz gezdirir sonra da ver elini Kapalıçarşı. Beyazıt kapısından girdi mi, gözü kapalı bulurdu Nuruosmaniye’yi, Babıali’yi.   

Düşüncelerinin peşine takılmış, Şehzadebaşı’na gelmişti. Hızlı yürümüştü demek. Artık iyice aydınlanmıştı ortalık. Tek tük de olsa koşar adımlarla yanından geçenler oluyordu. Fısıldaşıyorlardı.

Gözleri büyük, sesleri kısık, omuzları çökük adamlardan biri, “baskın yapmış İngilizler” demişti sanki.

Öyle duymuştu, evet.

Baskın yapmıştı İngilizler.

Dünkü o zalim genelgenin nedeni anlaşılmıştı işte.

“Kımıldamayın, evinizde hapsolun. Şehir de, ülke de bizim bundan böyle…” demişlerdi apaçık.

Şu eli bastonlu ihtiyar bu saatte sokağa kederden çıkmıştı demek. “Vah vicdansızlar, kıydılar yavrulara” derken cepkenini çekiştiriyordu.

Günün siyahı ile gündüzün beyazı arasında bir yerde kilitlenmiş kalmıştı zaman. Bir kamyon geçti caddeden, gürültüyle.

Kasasında İngiliz askerler doluydu.

“Letafet Apartmanı’nın önünü tutmuşlar, önce…”

Kamyon uzaklaştı.

“Altmış mı, yüz mü öyle kalabalık gelmişler…”

Kamyon gitgide ufaldı.

“ İngilizleri indirmişler mızıkacıların koğuşa…”

“Saraçhane’nin yolunu da kesmişler…”

“Önce kapıdaki nöbetçileri derdest etmişler…”

Kamyon az ilerde duraklar gibi yapmış, sonra sola kıvrılan yolda kaybolmuştu.

Boşlukta birbirine kenetleniyordu kelimeler.

Koşmaya başladı.

Uzun ve dengesiz adımlarla, savrula savrula… Fesi uçup gitti başından, ceketi omuzlarından aktı.

Kolları yönünü kaybetmiş göçmen kuşun telaşlı ve güçsüz kanatları gibi, boşluğu döve döve indi kalktı, indi kalktı.

O kara yüzlü taş binanın ıslak duvarına dayandı önce. Ayakları zayıf bedenini taşımadı, çömeldi.

“Bir saat sürmüş baskın…”

“Bizim civanlar üst katta uyurlarmış.”

“Uyandırıp koridora çıkarmışlar delikanlıları…”

“Dinlememişler, ‘biz mızıkacılarız’ demişler ama kurşun üstüne kurşun sıkmışlar…”

Demek o gün bu gündü.

İtilaf devletleri iki yıldır süren işgali bugün resmileştiriyorlardı belli ki. Karargah Komutanı Nail Bey, Alay katibi Bekir Zeki ile hesap memuru muavini Aslan’ın gözaltına alındığını duydu yerinden doğrulurken.

Kocaman adımlarla önce kapıdan sıyrıldı, üst kata yöneldi. İngilizler katliamı yapıp çıkıp gitmişler, arkalarında kan revan içinde şehitler, inleyen yaralılar bırakmışlardı.

“Nasuh şu önde yatan yiğit, kapı önünde yığılıp kalan da Ömer Osman. Abdullah’la Memed de şehit. Ödemişli Osman’ın da yarası iflah olmaz cinsten…”

Baskından yaralı kurtulan askerin söylediklerini cebinden çıkardığı sarı kağıda not aldı. Bir saat sürmüştü baskın. Rastgele ateş açmışlardı.

Duyduklarını, gördüklerini daima cebinde taşıdığı baba yadigarı yedek dolmakalemiyle, eline bulaşıp kağıdı kızıla boyayan kanla birlikte, sarı kağıda yazdı:

10. Kafkas Fırkası ve Mızıka Takımı erlerinin koğuş olarak kullandığı Letafet Apartmanı’na İngilizler baskın yaptı. Şehitlerimiz var…”

Bitkin ve hınç doluydu.

“Sabaha doğru 05:45 dolaylarında…”

Demek onu yataktan çekip alan sıkıntının nedeni… Tam da o anlarda soluksuz kalması, odaya, eve sığamaması bundandı.

“Florrkk”

Kulağının dibinde deklanşöre basıyordu biri.

Bir daha, bir daha…

Boylu boyunca yatıyordu… Gömleği sıyrılmış. Göğsü delik deşik. Boynu hafif sağa yatmıştı, sağ eli yatırıldığı sedyeden boşluğa sarkmış, sedyedeki battaniye kızıl kan. Dudakları azıcık aralıktı, uyuyor gibiydi.

Florrrk, floork…

Bir başka sedyede Zileli Abdullah. Onun da gömleğinin düğmeleri açık, göğsü, koca, geniş göğsü nefessiz…

Fotoğrafları çekeni tanıyordu, Tevhid-i Efkar’dandı. Camiadandı, ikisi de ayrı gazetelerin, kolu kanadı sansürle, hapisle kırılmış gazetecileriydi.

“Sansür var, basamayız, acele etmezsem İngiliz elimizden alır negatifleri. Ama kaptırmam. Bu vahşeti tarihe taşımalı” dedi fotoğrafları çeken adam.

Parmaklarıyla sıka sıka buruşturduğu kanlı sarı not kağıdını adama uzattı, “Burada da şehitlerin isimleri yazılı” dedi fısıltıyla.

“Negatifleri yurtdışına bizim İtalyan Filippucci çıkaracak.  Roma’da Osmanlı Hükümet Temsilcisi’ne Galip Kemali’ye teslim edecek. Ancak böyle saklayabileceğiz.” dedi fotoğrafları çeken adam, hızla kapıdan çıkıp gitti.  “Birgün açığa çıkacaktır yaptıkları. Defolup gittiklerinde…” diye söylendi arkasından. O an karar verdi, Manastırlı’yı bulmalıydı. Letafet’in taş merdivenlerini ağır adımlarla indi, omuzları yine ve daima çökük, sesi kırık, yürüdü…

Ara sokaklardan.

Kimseyle konuşmadan. Dağınık adımlarla. Sirkeci’ye doğru. Postane’ye.

O heybetli binanın kapısında İngiliz askerler nöbetteydi kaç zamandır. Gireni çıkanı kontrol ediyorlardı, her paket açılıyor, her mektup önceden okunuyor, onaylanıyordu.

Mermer merdivenleri adımladı.

Eli pantolonunun cebinde, gömleğinin yakasına bulaşan kanı soluya soluya salona girdi. Ortadaki tahta bankoya yaslandı, bekledi.

Neden sonra yanına gözlüklü, zayıf bir adam yaklaştı. Selamlaştılar.

Bakıştılar.

Sustular, sustular, sustular…

Bir tuhaf zamanın içinde durdular.

Büyük postanede çalışan adam geldiği gibi kimseye hissettirmeden, sessizce ayrıldı yanından. O da dışarı çıktı, her bir basamakta bekleye bekleye merdivenleri indi. Galata Köprüsü’ne yollandı düşünmeden.

Eve, Karagümrük’e dönmek yerine İstanbul’a karışmaktı niyeti.

Saat 10’a geliyordu.

Ankara’daki telgraf makinesi devreye girdi tam da o an:

“Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne özeldir -stop-

Bu sabah, Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nu İngilizler basıp- stop-

oradaki askerlerle İngilizler çarpışarak- stop-

neticede şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar.-stop-

Bilgileriniz için arz olunur.

Manastırlı Hamdi.”

16 Mart 1920

Bir Avuç Mazi

Instagram

Hiç Instagram resmi bulunamadı.